Yoksa Son Söz Söylenmedi mi? İkinci Dünya Savaşı ve Nazizmin Kirli Mirası

Geçtiğimiz yüzyıl siyasi tarih açısından yoğun ve gerilimli bir dönemdi. Dünyada birbiriyle savaşmaya her an hazır büyük güçler, bir anlamda "düşman kardeşler" vardı. Aslında “düşman kardeşler” ifadesi derin imalar içeriyor. Bunlar hem düşmandır hem de aslında kardeştirler. Birbirinden ayrılamaz, birbirlerine göre tavır ve posizyon alırlar. Walter Benjamin bu durumu bir yerde kukla tiyatrosuna benzetmişti, sanırım Pasajlar eserindedir. Biri diğerinin ayna görüntüsü haline dönüştükçe aslında kavgaya nereden başladıklarını, gerçekte neyi savunduklarını ve amaçlarının ne olduğunu unutacak duruma gelirler. 

Yirminci Yüzyıl bunun iki önemli ve acı örneğini vermiştir. Bunlardan ilki İkinci Dünya Savaşı tecrübesi olmalıdır. Bu savaşta"liberal ve Batılı plütokrasiler” ve Bolşevikler ile Faşistler ölümüne bir mücadeleye giriştiler. Sonunda güçlerden biri çöktü, birbirine karşıtlaşarak güçlükle ayakta tuttukları düzen derinden sarsıldı. Bütünüyle ortadan kalkmasa bile yeni bir biçim aldı. Dünya Sistemi iki kutuplu bir düzene dönüştü ve nihayetinde, ikinci aşamada bu düzen de tarihe karıştı.

Yukarıda andığım olgular yalnızca büyük askerî ve siyasal güç mücadeleleri olmaktan fazlasıydı. Tarih felsefesinin yeni yorumlarını da beraberinde getiriyordu. Daha açığı, ideolojileri doğrultusunda tarih felsefesi yapma iddiasında olan siyasal güçlerin yoğun çabalarına tanık olundu. Bu siyasal güçler kendi tarihlerini ve geleneklerini mevcut siyasal rejimlerinin ihtiyaç duyduğu biçimde yeniden yorumlamaktan, bilinen bir kullanımla "icat etmekten" geri kalmadılar. Bir bakıma buna zorlandılar da.. Bunun en radikal ve bana kalırsa tuhaf örneklerini, çatışmaya bir tür kültür  ve "medeniyet" savaşı boyutu ekleyen faşist Almanya vermiştir.

Nazi ideolojisinin yerleşmesinde yalnızca Carl Schmitt ve Martin Heiddiger gibi dünyaca kabul edilen ve alanlarında belli bir ağırlığı bulunan hukukçu ve düşünürlerin rolü yoktur. En büyük ve üzerinde yeterince durulmamış pay, Reich’ın Propaganda Bakanı Doktor Joseph Goebbels’e aittir. 

Dönemin arşivleri incelendiğinde Hitler’in söylediklerinin pek çoğunun aslında Goebbles’in düşüncelerinin bir devamı ve hatta tekrarı olduğu görülür. Goebbels yalnızca büyük halk toplantılarda, radyo konuşmalarında hazır bulunmakla kalmamıştır. Düzenli olarak makaleler ve propaganda kitapçıkları da yazmıştır. Bunların toplamının yüzlerce sayfa tuttuğunu bugün hayretle görüyoruz. 

Goebbels sadece Hitler’in iktidara gelmesi sürecinde değil, onun ölümüne ve son dakikalarına kadar sadık bir Nazi ideologu olarak hizmet etmiştir. Tarih felsefesine, Roma tarihine ve Germen geçmişine düşkündür. Bir tür modern sanat, modern bilim ve psikanaliz düşmanıdır. O da efendisi gibi büyük bir Wagner hayranıdır. Reich’ın çok konuşulan ve tartışılan kültür politikalarının çoğu onun saplantılı ilgisinin bir ürünüdür. Bu ilginin arka planında  "geleneğin" ve Alman geçmişinin yeniden icat edilmesinin takıntılı çabası vardır. 

Bütün bunları neden yazmak gereği duyuyorum? Günümüzdeki bazı gelişmeler ne yazık ki bende o acı, zehirli geçmişin çağrışımlarını yaratıyor da ondan. Neredeyse her gün dünya savaşından söz ediliyor. Üstün ve aşağı uygarlıklar, canavarlar, şeytanlar kelime dağarcığımızın bir parçası haline gelmek üzere...Siyasette tarihe ve olağanüstü güçlere yapılan vurguların niteliği ve içeriği dikkati çekecek ölçüde keskinleşti. Yozlaşmış Batı, dejenere kültür, şeytanın çocukları, vahşi ve ilkel Doğu...bu ifadeler nedense pek de masum görünmüyor bana.

Bu kısa yazımda, Goebbels’in, dikkat buyurulsun Reich’ın ve faşizmin yükseldiği zamanlarda değil, çöküşünün neredeyse kesin olduğu zamanlarda yaptığı konuşmalardan bazı alıntılar yapmak gereğini duydum. Söz konusu konuşmalarda kullanılan ifadeler günümüz siyasetinde tercih edilen hâkim dilin yankılandığı bir tür başlangıç noktasını andırıyor. 

Hitler’in propaganda bakanı Goebbels, her yıl "Bizim Hitler" başlığı altında düzenli radyo konuşmaları yapmaktaydı. Bu konuşmaların sonuncu Üçüncü Reich fantezisinin un ufak olduğu koşullarda gerçekleştirilmektedir. Sovyet ve Müttefik ordularının zaferi neredeyse kesinleşmiş, Berlin’e ulaşmaları bir an meselesi haline gelmiştir. Ancak bu amansız ilerleyiş dahi Nazi liderliğine göre bir son değildir. Eğer bu bir son olacaksa bile eşsiz bir "medeniyetin", “has uygarlığın” sonuna da işaret edecek, dünya "Batılı plütokrasilerin" “şeytanî” zaferine ve "Uluslararası Bolşevizmin" ahtapot kollarına teslim olacaktır!

Goebbels’in "Bizim Hitler" konuşmalarının sonuncusu işte bu koşullarda, Hitler’in intiharın eşiğinde olduğu bir tarih olan 20 Nisan 1945'te yapılmıştır. 

Bu konuşmasında Goebbels şöyle diyor;

Yıkıcı şeytani güçlerden oluşan bu görünüşte her şeye gücü yeten koalisyona karşı koymak, insanüstü nitelikte sınavları ve yükleri beraberinde getirir, ancak bu onursuzluk değildir - aslında tam tersi! Kaçınılmaz ve karşı konulamaz olan bir savaşı cesurca kabul etmek, bunu ilahi takdir adına yapmak, bunun nihai kutsamasına güvenmek, kaderin önünde saf bir vicdan ve temiz ellerle durmak, tüm acılara ve her imtihana katlanmak, tarihi misyonuna sadık kalmamayı asla düşünmemek, son savaşın en zor saatlerinde bile asla tereddüt etmemek - bu sadece erkekçe değil, aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla Almancadır! Halkımız bu görevi kabul etmez ve Tanrı'nın sözüymüş gibi onun için savaşmazsa, daha fazla yaşamayı hak etmeyecek ve daha fazla yaşama olasılığını kaybedecektir.

Reich'ın propaganda bakanı Dr. Goebbels'in Nasyonal Sosyalist ideolojinin yayılmasındaki rolü yadsınamaz. Hareketin kurucusu Adolf Hitler, teoriden çok ajitasyon içeren otobiyografik bir kitap olan Kavgam'dan başka bir şey bırakmamıştır. 1920'lerin sonunda yazdığı düşünülen ikinci kitabı ise sağlığında hiç yayınlanmamıştır. İkinci teori denemesi Alfred Rosenberg'e aitti, ancak kitabı Führer tarafından çok karmaşık ve anlaşılmaz bulundu ve Nazi yönetimi sırasında bir milyondan fazla satmadı. Ancak Goebbels, tarih felsefesi ve sanatla da ilgilenen bir faşistti. Yazılarından bir zamanlar Marksizme sempati duyduğu anlaşılmaktadır. Ancak yine öyle görünüyor ki, o zamanlar gücünün zirvesinde olan Alman sosyalizmi onu hiçbir zaman ciddiye almadı ve siyasi kariyerinin geri kalanında Marksizmin azılı bir düşmanı ve faşist oldu. Yukarıdaki fotoğrafın arka planına bakılırsa, anti-Marksist temanın yine ön planda olduğu rahatlıkla görülebilir. Fotoğraf: archive.org

Demek ki, tıpkı bugün Tanrı’nın kimi uluslara ve yüksek kültürlere vermekte olduğu bir görev olduğu gibi, Tanrı’nın Almanlara vermiş olduğu tarihi bir sorumluluk dahası onurlu ve kaçınılmaz bir görev  bulunmaktadır! Bu da sahih, has medeniyetin bir temsilcisi olarak Batılı şeytanî güçlere “erkekçe” (?) karşı koymaktır ve bu görev her ne pahasına olsun, sonuna kadar gerçekleştirilecektir.

Goebbels şöyle devam eder;

Plütokrasi ve Bolşevizm arasındaki sapkın koalisyon çöküyor! (...) Daha önce de sık sık yaptığı gibi, Tanrı Lucifer'i, tüm halklar üzerindeki gücünün kapılarının önünde dururken bile uçuruma geri atacaktır. Gerçekten zamansız bir büyüklüğe, eşsiz bir cesarete, bazılarının kalbini yükselten ve diğerlerininkini sarsan bir kararlılığa sahip bir adam onun aracı olacaktır. Bu adamın Bolşevizmin ya da plütokrasinin liderliğinde bulunabileceğini kim iddia edebilir?

Goebbels, Alman halkına karşı birleşen şeytanî koalisyonun şimdiden dağılmaya başladığını vurguladıktan sonra, gelecekte gerçekleşmesi muhtemel siyasal olaylardan umutlu olmak için pek çok sebep olduğunu belirtir;

Savaştan sonraki birkaç yıl içinde Almanya daha önce hiç olmadığı kadar gelişecektir. Harabeye dönmüş toprakları ve eyaletleri, mutlu insanların yaşadığı yeni, daha güzel şehirler ve köylerle dolacak. Tüm Avrupa bu refahı paylaşacaktır. Yeniden tüm iyi niyetli halkların dostu olacağız ve asil kıtamızın yüzünü yaralayan ağır yaraları onarmak için onlarla birlikte çalışacağız. Günlük ekmeğimiz zengin tahıl tarlalarında yetişecek ve bugün acı çeken ve açlık çeken milyonların açlığını dindirecek. İnsan mutluluğunun en derin kaynağı olan bolluk içinde iş olacak ve bu bolluktan herkes için bereket ve güç doğacak. Kaos ortadan kalkacak. Yeraltı dünyası dünyanın bu kısmına değil, düzen, barış ve refaha hükmedecek. (...) Ancak hedeflerimize ulaşırsak, 1933'te Almanya'da başlayan ve 1939'da kaba bir şekilde kesintiye uğrayan toplumsal inşa projesi yenilenmiş bir güçle yeniden ele alınacaktır. Diğer halklar da -biz onları zorladığımız için değil, kendi özgür iradeleriyle- katılacaktır; çünkü dünya krizinden başka bir çıkış yolu yoktur. Führer'den başka kim yol gösterebilir ki! Onun işi düzenin işidir. Düşmanlarının elinde onun eserine karşı koyacak sadece şeytanın eseri olan anarşi ve yıkım vardır.

Demek ki Goebbels de, tıpkı günümüzdeki bir takım artıkları gibi, şeytanî kaos ve yıkıma karşı dirlik, düzen ve "sahici medeniyetin" gelişimini savunmakta ve bunun da ancak Almanya’nın yol göstericiliği altında yapılabileceğini söylemektir. Bu konuşmasını temellendirilirken Buckhardt gibi muhafazakar sayılabilecek bir tarih felsefesi düşünürüne atıfta bulunması rastlantı olmasa gerektir. Verilen mesaj açıktır ve bu mesaj günümüzde adresini bulmuş gibidir.

Goebbels’in son konuşmalarında, bu türden "yıkıcı" ve "şeytanî" medeniyetlere karşı, Tanrısal, saf, gerçek uygarlığın "sahiplerinin" korumakla mükellef bulunduğu ve özgürleştirilmesinin Tanrısal bir görev olarak düşünüldüğü, başta Alman halkı olmak üzere çeşitli halklardan ve saf değerlerden de dem vurulmaktaydı. Nitekim Almanlar bu türden bir "kurtarıcı" ve "özgürleştirici" misyonun endoktrine ettiği bir "kitle toplumuna" dönüştüklerinin farkına ancak savaşın yıkıntıları içinde, o güne kadar her fırsatta küçük görüp aşağıladıkları düşmanlarına çaresizce teslim olduklarında varabildiler. Yine de bu ağır yenilginin travmalarını asla atlatamadılar.

Seçilmiş ve kurucu travmalar psikoloji literatüründen siyaset bilimi terminolojisine geçmiş özel kavramlardır. Bu gibi kavramlar her topluluğun kendisini kurduğu bir ben ve öteki algısını yaratan acı olayları anlatır. Sürgünler, savaşlar, yıkımlar, soykırımlar, toplu katliamlar bunlara örnektir. Nitekim Bolşevizme karşı Batılı "plütokrasilerin" insafına sığınan, onlardan bir bakıma "medet uman" Goebbels de Buchkardt’a ve tarih felsefesine başvurarak son sözün henüz söylenmediğini ima ediyordu. 

Goebbels yine aynı dönemde yazdığı ve tarih felsefesini tartıştığı "Bir Öğretmen Olarak Tarih" makalesinde şöyle demekteydi; 

Uzun vadede, halkımızın şu anki kahramanca mücadelesinin, tarihin gördüğü en gurur verici İmparatorluk kuruluşuyla sonuçlanacağına inancımız tamdır. Ancak bu sadece bize bağlıdır. Bugün ister savaşlarda, ister acı ve tahammülde olsun, her büyük bireysel eylem, üzerine inşa edilecek bir taştır. Öyle bir zaman gelecek ki, bugün katlanmak zorunda olduğumuz hiçbir şey boşa gitmemiş olacak. Açıkça itiraf ediyoruz ki, bu acımasız ve kötü çağın ortasında etrafımıza baktığımızda, insanlık tarihinin büyük kahramanlarını, Londra, Washington ve Moskova'da bayraklarını rüzgara göre ayarlayan ve dün taptıklarını bugün küçümsemeye her an hazır olan satın alınabilir gazete yazarlarından daha iyi hissediyoruz. Bununla birlikte, kritik zamanlarda asla destek ya da teselli veremezler. Ne İskender ne Fabius, ne Scipio ne de Sezar, ne büyük Alman Kayzerleri ne de büyük Prusya krallarından hiçbiri bugün bizim durumumuzda bizim davrandığımızdan farklı davranmazdı. Hiçbiri düşmanın yıkıcı öfkesi karşısında cesur kararlılığından vazgeçmez ya da Clausewitz'in dediği gibi dünya tarihini yalancı bir gazetenin bir sayfası için feda etmezdi. Biz böyle hissediyoruz, böyle düşünüyoruz ve her zaman böyle hareket edeceğiz. 

Düşman ülkelerdeki sözde kamuoyu bize bunun tersini tavsiye ediyorsa, hepimizin bildiği gibi bunu bizim çıkarlarımız için değil, tamamen kendi çıkarları için yapıyorlar. Başarılı oldukları anda acımasız bir alaycılıkla vazgeçecekleri ikiyüzlü bir belagat kullanarak bize karşı ucuz bir zafer kazanmak istiyorlar ve kaybeden biz olacağız. Bizim tarafımızı terk eden ve düşmana sığınan o halklardan geriye ne kaldı? Şimdiki umutsuz durumlarını teslimiyetten önceki tahammül edilebilir koşullarla değiştirebilselerdi övgü ilahileri söylerlerdi. Ama bunun için artık çok geçtir. Yanlış bilgeliği seçtiler. Ulusal görev ve onurun emrine uymak yerine, şimdi ödemek zorundalar ve gelecekte daha da fazla ödemek zorunda kalacaklar. Tarih, boyun eğen halklara acımaz. Onlara en korkunç acımasızlığını gösterir ve üçüncü ve dördüncü kuşaklara kadar bedenen ve ruhen cesur ve yürekli olmadıkları için onları cezalandırır. Günümüzde olaylara genel bakışını yitiren ve artık esas olanla olmayanı ayırt edemeyen herkes bunu hatırlamalıdır. Tarih katı bir öğretmendir. Öğütlerini nadiren tekrarlar ve yasalarını görmezden gelmeye çalışan halklara ve liderlere nadiren ikinci bir şans verir. Bu nedenle, her gün bize ne kadar acı verse de, onun sert tavsiyelerine boyun eğmek zorundayız. Ulusal yaşam umudundan vazgeçmediğimiz ve kendimizi düşmanın merhametine teslim etmediğimiz sürece başka seçeneğimiz yok.

Reichstag, Berlin, 1945.  parstvu.com

Görüldüğü gibi Goebbels’in bu "ateşli retoriğinde" kendilerinden ahlaken ve insani açıdan çok aşağıda bulunan düşmanlardan söz edilmeke; hasım güçler açıkça aşağılanmaktadır. İnsani açıdan aşağıda olmaktan söz edildiğinde, bu faşistler açısından retorik bir abartı unsuru olarak değildir. İnsani açıdan aşağıda demek gerçekten ve kelimenin tam anlamıyla insani olarak aşağıda demektir. Hayvan, maymun, karınca, kurbağa, çeşitli omurgasız canlılar anlamında insani olarak aşağıda demektir. Bunlar paraya ve çıkara tamah eden, uygarlık kurması ve geliştirmesi söz konusu olmayan, kültürel ve dilsel olarak sınırlı, hayvandan farksız kimselerdir ve kendilerini tarih önünde ispatlayamazlarsa bu "aşağılık insanlardan" alınan mağlubiyetin hesabını Tanrı Almanların çocuklarının çocuklarına kadar soracaktır. 

Büyük yenilgiler, umutsuzluklar, dağılma ve parçalanmanın yarattığı travmalar insanlarda ve uluslarda nasıl sonuçlara yol açıyor..

Geçtiğimiz günlerde atom bombası ve nükleer savaş temalı bir yazı kaleme aldım. Geçtiğimiz yüzyılın korkulu atmosferini yansıtması için gerçek olaylardan ve birinci el tanığı olduğum çocukluk anılarımdan hareket ettim. 

Bana kalırsa yukarıdaki ideoloji kesitleri atom bombasından daha tehlikelidir. Nükleer kıyametin yaratacağı toplu ve anlık bir yok oluş dahi insan türünü bu kadar aşağılayamaz.

Bugün yine militarizm ve faşizm yükseliyor. İşaretlerini her yerde sıkça görüyoruz. 

Bugün yine dünyaya travmalarının kırık camlarından, nefretlerinden, saplantılarından bakan insanlar, kitleler, toplumlar var.

Bugün aşağıdaki soruyu ürpererek ve üzülerek sormak zorunda kalıyorum. 

Yoksa son söz söylenmedi mi?


Kasım 2024, Ankara

Yorumlar